20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus
biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı
birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini
ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak
ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin
kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır.".280
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme
kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü,
Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi.
Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir
deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek,
proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin
geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya
koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.
281
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. 282
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm
evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps
Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde
1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde
sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat
yeryüzünde nasıl başladı? 283
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza
girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile
inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi,
insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle
ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan
proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik
ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de
1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılır. Hücrenin
çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise,
inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer
kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir
kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım
özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu
enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda
gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana
gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise,
hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel,
Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği
şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik
asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak
oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan
diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın
kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna
varmak zorunda kalmaktadır. 284
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu
durumda hayatın doğaüstü bir biçimde "yaratıldığını" kabul etmek
gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim
teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.