XBOXCAFE OYUNCU TOPLULUĞU PLATFORMU( www.xboxcafe.com.tr ) 2008 - 2022
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

XBOXCAFE OYUNCU TOPLULUĞU PLATFORMU( www.xboxcafe.com.tr ) 2008 - 2022

Hoşgeldiniz!, Misafir
5955 Gündür yayındayız Toplam Mesajınız: 16777215
 
AnasayfaXboxcafeAramaLatest imagesHtml Deneme AlanıKayıt OlGiriş yap
Arama
 
 

Sonuç :
 
Rechercher çıkıntı araştırma
Giriş yap
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Beni hatırla: 
:: Şifremi unuttum
En son konular
» gamestockcity (instagram)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Ptsi Kas. 28, 2022 9:01 pm

» İngilizce Öğreniyorum Ders 5 (Bahar Şahin)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:22 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 4 (Bahar Şahin)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:20 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 3 (Bahar Şahin)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:17 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 2 (Bahar Şahin)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:14 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 1 (Bahar Şahin)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:12 am

» P1-P2 Kardeşlik Hesabi Anlatim
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Paz Kas. 20, 2022 12:28 pm

» Oyuncu isimleri paylaşım alani
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Paz Kas. 20, 2022 11:58 am

» PES 2015 SATİLİK VEYA TAKASLİK (100 TL)
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream Paz Kas. 20, 2022 11:47 am

» GAMEPASS 3 YILLIK ALMA TAKTİĞİ
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimetarafından Blackdream C.tesi Kas. 12, 2022 11:01 pm

Kimler hatta?
Toplam 24 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 24 Misafir :: 1 Arama motorları

Yok

Sitede bugüne kadar en çok 262 kişi Perş. Mart 29, 2018 2:45 pm tarihinde online oldu.
Veterans FC
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Img-2010

 

 peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:38 am

Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler

Resûl-i Ekrem Efendimizin Pâk Nesebleri


Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem’i yaratmıştı.

Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A’lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu:

"Ya Rabbi, bu nur nedir?"

Allah Teâla buyurdu:

"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde
Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!"1

İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra
gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifâde buyurmuşlardır.

Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi,
"bana, Allah’ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?"

Şu cevabı verdiler:

"Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı.
Nur, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i
Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne
güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."2

Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem’in
alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim’e
(a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil’e intikal etti.

Peygamberlerin babası olarak anılan Hz. İbrahim’in iki oğlu vardı:
İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden bir çok peygamberin
geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti. Ancak çok sevdiği
Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmâil’in (a.s.) neslinden peygamber gelip
gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla birlikte âhirzamanda bir büyük
peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, son
peygamberin çok sevdiği oğlu İsmâil’in neslinden gelmesini şiddetle
arzu ediyordu.

İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk ma’bedi Kâbe, uzun zamanın
geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrâhim, bu mukaddes
binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan emir aldı ve oğlu İsmâil’le
birlikte derhal çalışmaya koyuldu.

Kâbe’nin inşâsı tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhîye açarak şöyle yalvardılar:

"Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber
gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitabı ve hükümlerini öğretsin.
Onları günâhlardan temizlesin!"1

İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan bu samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve Hz.
İsmâil’in neslinden peygamberlerin reisi Hz. Muhammed’i (a.s.m.)
göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi, "Ben, babam
İbrâhim’in duâsıyım"2 buyurarak ifâde etmişlerdir.

Hz. İsmâil’in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının
her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden
Mudaroğlulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün
ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde ise Hâşimîler kolu hepsinden
daha çok fazilet ve şeref buldu.

Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifâde buyururlar:

"Allah, İbrâhimoğullarından İsmâil’i, İsmâiloğullarından
Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş’i, Kureyş’ten de Benî
Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçmiştir."1

Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:

"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim,
Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr,
Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar,
Maad, Adnan."2 İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu
zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların
reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.

Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa,
sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta
bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan
müstesnâ nûrdan bilinirdi.



Yirminci dededen sonraki neseb çizgisi

Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan’ın
Hz. İbrâhim’in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile
İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb
âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu belirtirler.3 Buna göre
aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek
mümkündür.

Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan’dan Hz.
İbrâhim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak
tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri Peygamber Efendimizin
nesebini yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmâil’e bağlarlar. Bu,
haliyle arada birçok basamakların atlandığını ortaya koyar.



Adnan’dan Hz. İbrâhim’e kadar

Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrâhim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:

Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya’rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s.)1

Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb
silsilesini tâ Âdem’e (a.s.) kadar götürür.2 Ancak belirtelim ki, diğer
kaynaklar bu silsile üzerinde ittifâk etmiş değillerdir.

Peygamber Efendimizin meşhur dedeleri

Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak
taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur.
Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en
yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz
atmak yerinde olacaktır.



Kusay

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi
Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek
kardeşi vardı.

Hz. Âdem’den beri devam edip gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma
şerefi, bu iki kardeşten Kusay’a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu
için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden
beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce
Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı,
idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında
büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi.
Mekke’yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine
ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun
evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su
ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak
dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet
edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan ilk ev onun için
inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi hükümet binası veya içinde
Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir
parlamento idi. Kusay’ın bu konağı tarihte "Dârü’n-Nedve" ismiyle
şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza
edilmiştir.

Kusay, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı.
Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke
halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.

Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu
Abdüddâr’a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin
ediyorum" dedi.

Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip
değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i
Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf’ın
alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip
ve Nevfel.1
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:38 am

Hâşim

Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.

Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı.
Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun
alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün
faziletleri de üzerinde taşırdı.

Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz
olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unundan bem beyaz ekmekler
yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu
(tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.

Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve
herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu
için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat
Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra
"Haşimîler" denilmiştir.

Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.1

Hâşim’in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed’den devam etmiştir.
Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise
Hz. Ali’nin annesi Fâtıma’nın dayısıdır.

Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet
bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan
gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.2



Şeybe (Abdülmuttalib)

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı
olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun
lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.

Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:

Şeybe küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün
mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine’de bir meydanda ok atışı
yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın
Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu
yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış
bulunuyordu.

Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden
emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi.
Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu
bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve
heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:

"Ben, Hâşim’in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."

Seyre gelen büyükler Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Harîs bin
Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun
Hâşim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adam, durumu
amcası Muttalib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun
yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.

Muttalib bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şeybe’yi alarak
Mekke’ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke
sokaklarına girerken sordular:

"Bu çocuk kim?"

Göz değmesinden korkan Muttalib’in ağzından, "Kölemdir" sözü çıktı.

Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.

Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke
sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak
etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib’in
kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan
ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü’l-Muttalib" (Muttalib’in
kölesi) olarak kaldı.1

Abdülmuttalib’in rüyâsı

Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş’in reğisliği makamına getirip oturttu.

Sıcak bir yaz günü idi. Kâbe’nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir
gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle
seslendi:

"Kalk, Tayyibe’yi kaz!"

Sordu: "Tayyibe nedir?"

Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe’yi
kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün
geceyi geçirdi.

Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:

"Kalk, Berre’yi kaz."

Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:

"Berre nedir?"

Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde
uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve
geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.

Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne’yi kaz."

Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama "Mednûne nedir?" diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst
üste gördüğü rüyânın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama mânâsını
anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.

Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:

"Zemzem’i kaz!"

Abdülmuttalib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:

"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su
ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların
kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır.
Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da
vardır."1

Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı.
Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem
kuyusundan defâlarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse
bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden
kaçarken, Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış,
kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O
zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.

Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla
vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında
kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın
süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra
havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış
hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti.
Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi
başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun
için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tesbit edilen yere
gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem
Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana
çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine
inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir kuyu
ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"



Abdülmuttalib ve Kureyş ileri gelenleri

Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler,
işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber
verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve
Abdülmuttalib’e, "Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil’in kuyusudur.
Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et" dediler.

Abdülmuttalib, "Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."

Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib’in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu
kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız
olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra
içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra,
ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki,"
dedi. "Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin
yanında kurban edeceğim."1

Abdülmuttalib’in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.



devami asagida....
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:38 am

Şam’a gidiş

Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nazikti.
Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak
vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve
işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul
gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d bin Hüzeym.

Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin
ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz
Şam’a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve
yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri
için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi.
Abdülmuttalib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak
bize yeter" diyerek red cevabı verdiler.

Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı
karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl
ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.



Abdülmuttalib’in su aramaya çıkması

Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir
ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa
kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir
ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum,
arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular.
Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür
akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları
seyrediyordu.

Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler,
hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su
vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:

"Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin."

Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler.
Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile
doldurdular.

Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin
ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir
edâ içinde Abdülmuttalib’e dönerek, "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık
sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın.
Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha
münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."

Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.1

Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.



Kıymetli mallar için kur’a çektiler

Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında
altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem’i
ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri
gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı.
Yine Abdülmuttalib’in başına dikildiler.

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var."

Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde
hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik
ve mertliğini ortaya koydu.

"Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur’a çekelim."

Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular.

Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı:

"İki kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için
çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır."

Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler:

"Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın."

Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a
sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir
kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar
Abdülmuttalib’e düştü.1 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık
itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.

Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra,
bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe’yi altınla
süsleyenlerden oldu.

Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı kemâl yaş
olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek
çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va’dini
hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etmek. Ama
hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah
çok daha başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib’in on erkek çocuğundan sekizincisi idi.1 Sîret
ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez
babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu
nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti.
Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin
farkında değildi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:38 am

Abdülmuttalib’in oğullarıyla konuşması

Oğullarının 10’u da büyümüştü.

Va’dini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve
işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini
bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına
sordular:

"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?"

Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

İtâatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her
biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra,
babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe’ye vardı.
Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında
ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.



Kur’a çekilişi

Kâbe’nin yanına varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı sarmıştı.
Elindeki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için,
tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on
ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir
parça kopacaktı.

Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:

"Ab-dul-lah!"

Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar
düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an
"Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözünü
hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu.
Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah’a çevirdi ve şöyle dedi:

"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."

Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu:
"Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus
dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik
oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile
putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmâil’in
teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi
görünmüyordu.

Abdülmuttalib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli
vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım
gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:

"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?"

Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:

"Onu kurban edeceğim!"

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke’nin
büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı?
Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?"

Bütün kalabalık Abdülmuttalib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları
da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah’ına söz vermişti
ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini
vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek ona karşı
nankörlük olurdu.

Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve, "Ey
Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu
kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye
hazırız!"

Abdülmuttalib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve
kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir
türlü gevşemiyordu.

Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git. Orada bir kadın var; kâhin
ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler
aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir
çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni
de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona
göre hareket edersin."1

Bu fikir Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak
Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber’de
olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi
buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti nedir?"

Abdülmuttalib, "On deve" dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın, "Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi
alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta
ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere
çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa
çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha
ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne
zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde
hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış
olursunuz" dedi.2

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi
oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke
halkı da bu habere son derece sevindi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:39 am

Kur’a neticesi

Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu
Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi
üzerine Abdullah ile on deve arasında kur’a çekilecekti.

Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah’a
çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok
yine Abdullah’ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a
isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı. Elli oldu; ok
sanki Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen,
doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu. Sanki başka bir
âlemden emir alır gibiydi.

Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu.

Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı.

Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun
bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike
imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları
atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini
Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz
çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen
Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana
kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen
develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını
da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar
paylaştılar. O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar
arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.1 Resûl-i Ekrem
Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.2



Hz. Abdullah’ın iffeti

Aynı gündü… Herkes neticeden memnun kur’a yerinden dağılıyordu.
Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’nin
yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın
karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah’ın dillere destan
güzelliğine hayranlardan biri olan Vara bin Nevfel’in kızkardeşi
Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o
kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve
öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede
görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla
münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de güzelliğini,
iffetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve şöyle fısıldadı:

"Delikanlı, biraz dursana."

Abdullah durdu.

Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde, Abdullah, "Babamla gidiyoruz" diye cevap verdi.

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. Hz. Abdullah’a gayr-ı meşrû ilişki teklif etti.

Abdullah’ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak
isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat,
Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip
hale getirdi:

"Eğer benimle beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen
develer kadar develerim var, onların hepsini sana veririm" dedi.

Abdullah bu cazip teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:

"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır. Helâl ise çok tatlıdır.

"Ey kadın, sen git açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar
namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek
olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?"1

Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam etti.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke
sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak
bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları
hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:

"Ne oldu, sana? Halin değişmiş."

Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nûr karşısında
kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye cevap verdi.

Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın
Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal
etmişti. Aslında Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın
değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en güzel haslet ve
faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri
çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak
Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en
büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.



Hz. Abdullah’ın Hz. Âmine ile evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe, gönülleri etrafında pervane gibi
döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor,
iffet ve namusunu ter temiz koruyordu.

Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib, bir
an evvel onu mes’ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona her
yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu.

Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyüğü
Vehb bin Abd-i Menâf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a
istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı.
Sonra da şöyle konuştu:

"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi,
geçenlerde bir rüyâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş.
Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz
İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın
Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün
sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındaydım. ‘Acaba ne zaman
gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duruyordum."

Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi.

Vehb’in kızı Âmine hem güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle
Kureyş kızları arasında en yüksek mevkie sahipti. Her hususta
Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise bu
sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın
Efendisini dünyaya getirecek mes’ud âile yuvası kuruldu.1

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok
kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah’ın yüzündeki
nur, Hz. Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hazret-i
Âmine, Kâinatın Efendisine hamile idi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:39 am

Hz. Abdullah’ın vefatı

Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir ticaret
kervanına katılarak Suriye’ye gitti. Gidiş o gidiş oldu. Hz. Abdullah
bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı
arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.

Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte, Medine’de hastalanmıştı.
Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı. Bu haberi alan
Abdülmuttalib derhal oğlu Hâris’i Medine’ye gönderdi. Hâris, Medine’ye
varıncaya kadar herşey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi
oğlunun yüzünü bir kerecik olsun görmeden ebedî âleme göç etmişti ve
orada Adiyy bin Neccaroğullarından Nabiğa’nın evinin avlusuna
defnedilmişti.

Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda mâtem
havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen
ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşta, beklenmedik bir zamanda sinesine
alışı, Abdülmuttalib âilesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da
gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti. Hele, henüz genç bir
gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi
duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce
gözyaşlarını tutamadı: ağladı, ağladı, ağladı… O ağlarken, bütün
insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nur ile silecek ve
acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise, iki ay gibi kısa bir
zaman kalmıştı.

Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:

"Artık, Mekke’nin Bethâ kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak artık.

"Ölüm dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp, kabre gitti.

"Ölümün (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu dolduramaz.

"Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.

"Ne yazık ki, ecel hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı.
Halbuki, o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli
biri idi."1



Hz. Abdullah’ın bıraktığı miras

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbalini temine yeni yeni hazırlanırken
dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddi plânda geride son derece
mütevazi bir miras bıraktı: Ümmü Eymen Bereke adında, Kâinatın
Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve
bir miktar da gümüş para.2

Fakat geriye Allah’ın lütfuyla iki cihanın güneşi olacak hayırlı bir
evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydıntalacak bir zat: Kâinatın Efendisi
Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

Fil Vak’ası

Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâbe’ye her taraftan
insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyâret ediyorlardı. Kâbenin bu
kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemiyor ve
rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen
valisi Ebrehe Eşrem idi.

Ebrehe, Kâbe’ye olan insan akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun
da yardımıyla önce San’a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı.
İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi. Dışını çeşitli
yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o
anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu.

Bu süs ve tezyînat ile, Ebrehe, güyâ halkı buraya celbedecekti.
Dolayısıyla Kâbe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış
olacaktı. Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş hükümdarına
takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:

"Hükümdarım, senin için öyle bir mabed yaptırdım ki, şimdiye kadar ne
bir Arap, ne de bir Acem onun gibisini yapmış değildir. Arapların
haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım."1

Fakat Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı
kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok
kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü, püsünü görmek için. Kâbe’ye
olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam
ediyordu.



Kulleys’in kirletilmesi ve Ebrehe’nin kararı

Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise
yaptırdığı Araplarca da duyulmuştu. Bu arada Kinane kabilesinden Nevfel
adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı
giderek Kulleys’in içini, dışını pisliğiyle kirletti. Sonra da kaçıp
memleketine döndü. Bu hâdise, insanların Kâbe’ye teveccühünün devam
etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden
çıkardı. Hâdiseyi Araplardan birinin yaptığını da öğrenince, "Araplar
bunu Kâbe’lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların
Kâbe’sinde taş üstünde taş bırakmayacağım" diye yemin etti.1

Sonra da Kâbe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı.
Habeş Necaşîsinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necaşî, o
sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan "Mahmut" isimli fili,
Ebrehe’ye göndererek arzusunu yerine getirdi.2

Ebrehe ordusunu hazırladı. Mekke’ye doğru yola çıktı. Mahmud adlı fil
ile ordunun önünde Mekke’ye doğru ilerliyordu. Bu arada bazı Arap
kabileleri bu büyük orduya karşı çıktılar. Fakat muvaffakiyet
gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûp edildiler.

Ebrehe, ordusuyla, Mekke’ye yakın Muğammis denilen mevkie gelince, bir
süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari birliği Mekke civarına
kadar sokularak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in iki
yüz devesi de dahil, Kureyş ve Tihâmelilerin sürülerini gasbetti.3 Bu
sırada, Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin reisi idi.



Ebrehe ve Abdülmuttalib

Ebrehe, bir elçi ile Kureyşlilere şu haberi gönderdi:

"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mâbedi yıkmak için geldim. Eğer
bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şâyet, Kureyş
kabilesinin reisi benimle harb etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin."4

Kureyş Reisi Abdülmuttalib’in elçiye cevabı şu oldu:

"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisi ile harb etmek istemiyoruz.
Zaten buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed Allah’ın evidir. Onu
yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza
etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vaz geçirecek güç ve kuvvet
yoktur."1

Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdülmuttalib, elçi ile birlikte
Ebrehe’nin yanına vardı. Abdülmuttalib heybetli bir görünüşe sahipti.
Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayr-i ihtiyarî
bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde
bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.

Abdülmuttalib isteğini belirtti:

"Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir."

Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, "Seni görünce
büyük bir adam zannetmiştim. Konuşmaya başlayınca pek de öyle
olmadığını anladım. Ben senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe’yi
yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da, aldığım iki yüz deveden
bahsediyorsun" diye konuştu.

Abdülmuttalib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, "Ben develerimin
sahibiyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve koruyucu vardır. Elbette onu
koruyacaktır" diye karşılık verdi.

Bu sözler Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:

"Onu bana karşı kimse koruyamaz!"

Abdülmuttalib yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!"2 dedi.

Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdülmuttalib’in gasbedilen
develerini geri verdi. Abdülmuttalib ordugâhı terk ederek Mekke’ye
geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de
Allah için kurban etmek üzere işâretleyerek serbest bıraktı.

Mekke boşaltılıyor

Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak
için Mekke’yi boşaltmalarını halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç
kişiyle birlikte Kâbe’nin yanına vardı ve kapının halkasına yapışarak,
"Allah’ım! Bir kul dahi evini, barkını korur. Sen de kendi evini koru.
Tâ ki, yarın onların salîpleri ve kuvvetleri senin kuvvetine galebe
çalmasın"1 diye dua etti.

Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak,
Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzûn, Kâbe
mahzûn, Kureyş mahzûndu.

Ordu harekete hazır, fakat…

Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine yürüyüp, Kâbe’yi yerle bir etmek
için Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu bir tek işâret beklemekte
idi.

Tarih, Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü…

Ordu hareket edeceği sırada, Ebrehe’ye kılavuzluk görevini üzerine
almış bulunan Nüfeyl bin Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud’un
kulağına eğilerek şunları fısıldadı:

"Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın mukaddes saydığı beldedesin!"2

Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.

Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birden bire çöküverdi.
Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak
olamadılar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam’a doğru
çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı
şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke’ye doğru
çevirdiklerinde, âdetâ bacaklarındaki kuvvet birden bire çekiliveriyor
ve Mahmud çöküveriyordu.1

Bu heyecanlı anda, kimsenin fil-i Mahmud’un bu hareketine akıl
erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hak, celâl ile tecellî etti ve
Kur’ân’da "Ebabîl" diye adlandırılan kuşları deniz tarafından Ebrehe
ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların
herbiri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya
mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet
ettiği her asker, anında yerde debelenip, ölüveriyordu.2

Taş yağmuru ile karşı karşıya kalan askerler şaşırıp kaldılar. Bir anda
karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine
taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda
canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarası
ile sonradan o da arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.3

Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.

Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebabîl kuşlarını musallat ettikten sonra,
ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe
ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.4
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:39 am

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîminde bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:

"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?

"Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?

"Üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi.

"Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar.

"Rabbin onları yenilmiş ekin çöplerine çevirdi."1

Bu hâdise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir delili idi.2
Zira dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve
doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama
harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masûn
kalmıştır.

Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu
hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi
ve etmedi de.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Rest-007
Süper Moderatör
Süper Moderatör
Rest-007


Erkek
Zodyak : Yengeç
Mesaj Sayısı : 2112
Yaş : 48
Nereden : Bursa
İş : Teknisyen
Kayıt tarihi : 10/03/08
Rep Puanı : 1
Rep Puanı : 305

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimeSalı Ocak 27, 2009 3:29 pm

paylaşımın için teşekkürler
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.forum.webyardim.org
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Empty
MesajKonu: Geri: peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...   peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler... Icon_minitimePerş. Ocak 29, 2009 5:49 pm

recalar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
 
peygamber efendimiz dunyaya gelene kadar cereyan eden hadiseler...
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Peygamber Efendimiz (SAV) Ne Getirdi
» Peygamber Efendimiz (SAV) den Mesajlar
» Peygamber efendimiz (SAV) 24 saati

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
XBOXCAFE OYUNCU TOPLULUĞU PLATFORMU( www.xboxcafe.com.tr ) 2008 - 2022 :: www.webyardim.org Forumu :: WEBYARDİM FORUMU İCİN TİKLAYİN :: Dini Bölüm :: Hz. Muhammed s.a.v Efendimiz ve Diğer Peygamberler-
Buraya geçin: