XBOXCAFE OYUNCU TOPLULUĞU PLATFORMU( www.xboxcafe.com.tr ) 2008 - 2022
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

XBOXCAFE OYUNCU TOPLULUĞU PLATFORMU( www.xboxcafe.com.tr ) 2008 - 2022

Hoşgeldiniz!, Misafir
5954 Gündür yayındayız Toplam Mesajınız: 16777215
 
AnasayfaXboxcafeAramaLatest imagesHtml Deneme AlanıKayıt OlGiriş yap
Arama
 
 

Sonuç :
 
Rechercher çıkıntı araştırma
Giriş yap
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Beni hatırla: 
:: Şifremi unuttum
En son konular
» gamestockcity (instagram)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Ptsi Kas. 28, 2022 9:01 pm

» İngilizce Öğreniyorum Ders 5 (Bahar Şahin)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:22 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 4 (Bahar Şahin)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:20 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 3 (Bahar Şahin)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:17 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 2 (Bahar Şahin)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:14 am

» İngilizce Öğreniyorum Ders 1 (Bahar Şahin)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Perş. Kas. 24, 2022 12:12 am

» P1-P2 Kardeşlik Hesabi Anlatim
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Paz Kas. 20, 2022 12:28 pm

» Oyuncu isimleri paylaşım alani
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Paz Kas. 20, 2022 11:58 am

» PES 2015 SATİLİK VEYA TAKASLİK (100 TL)
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream Paz Kas. 20, 2022 11:47 am

» GAMEPASS 3 YILLIK ALMA TAKTİĞİ
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimetarafından Blackdream C.tesi Kas. 12, 2022 11:01 pm

Kimler hatta?
Toplam 27 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 27 Misafir :: 1 Arama motorları

Yok

Sitede bugüne kadar en çok 262 kişi Perş. Mart 29, 2018 2:45 pm tarihinde online oldu.
Veterans FC
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Img-2010

 

 Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:40 am

Peygamberimizin, Amcasıyla Şam’a Gidişi

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (a.s.m.) on iki yaşına girmişti.
Akranları arasında artık farklı beden ve sîmâya sahipti. Sîmâsı etrafa
pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.

Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise o sırada büyük bir geçim sıkıntısı
içinde idi. Bunun için de ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur
hissetmekteydi. Bu maksatla da Kureyş’in o sene tertiplediği ticaret
kervanına katılarak Şam’a gitmeyi kararlaştırdı.

Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar Peygamber Efendimizin
(a.s.m.) gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle çok sevdiği amcası
kendisinden bir müddet ayrılacaktı. Ama o buna nasıl tahammül
edebilirdi? Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de aziz annesini
böyle iki seyahat sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmisi Ebû Tâlip
böyle bir seyahata çıkacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı.
Nazik ve latif ruhu bu ayrılığa nasıl dayanacaktı?

O da amcasıyla birlikte gitmeyi candan arzuluyordu. Günlerce üzgün
durduktan sonra amcasına açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu
mübarek sesiyle ona şöyle hitap etmekten kendini alamadı:

“Amcacığım! Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam.”

Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin
derin hüzün ve üzüntüsüne değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlip, en
katı yürekliler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu coşturan bu ifâdeler
karşısında Ebû Tâlip derhal kararını değiştirdi. Kâinatın Efendisi de
amcasıyla birlikte gidecekti. Efendimizin gönlü bu karardan sonra
sevinçle doldu. Hazırlıklar tamamlandı ve amcasıyla birlikte ticâret
kervanına katıldı.

Kervan, çölleri aşa aşa Busra’ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam
ile Kudüs arasında suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.

Rahip Bahîra’nın müşahede ve tesbiti

Busra panayırına yakın küçük bir manastırda o sıra bir râhip yaşıyordu:
Bahîra.1 Bu râhip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi
idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her
râhip, o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O
güne kadar gelmiş geçmiş bütün râhipler de o kitaptan istifade
etmişlerdi.2

Kureyş’in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de râhibin bu
manastırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki, daha önceki
senelerde oraya gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen,
konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürpriz ile yakın
alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet tertipledi.

Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren soru bu idi.

Bilgin Râhip, kafilede o âna kadar rastlamadığı bazı garipliklere şâhid
olmuştu. Manastırda, Kureyş kafilesini seyrederken, bir bulutun
Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü. Kafile gelip bir ağacın
altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının
ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti.

Bu garipliği gören râhib Bahîra onları yemeğe çağırmak istedi. Mekkelilere şu haberi gönderdi:

“Ey Kureyşliler! Size yemek hazırladım, Bu ziyafetime, büyüğünüz,
küçüğünüz, hürünüz, köleniz dahil hepinizin gelmesini istiyorum.”

Bahîra’nın bu garip tavrı yemeğe gelen Kureyşli tüccarların dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular:

“Ey Bahîra! Vallahi, bugün sende bam başka bir hal var. Biz sana her
gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle birşey yaptığın vâki
değil. Sendeki bu hal nedir?”

Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:

“Evet, gerçekten doğru söylediniz, ama ne de olsa sizler
misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek istedim.
Buyurun yiyiniz!”

Dâvete icabet edildi ve sofraya oturuldu. Ancak, kafileden sofrada bir
tek kişi eksikti: Bahîra’nın aradığı Kâinatın Efendisi. Nur Çocuk yaş
itibariyle en küçükleri olduğundan kafilenin eşyalarını beklemekle
vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.

Bahîra, bütün dikkati ile sofradakileri süzmekle meşguldü. Ancak, aradığı nurlu sîmâ yoktu aralarında. Sordu:

“İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?”

Cevap verdiler:

“Hayır, ey Bahîra, senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok.
Sadece bir çocuk var. Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk.”

Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan son peygamberin
özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da gelmesini
ısrarla istedi.

Kureyşli tüccarlar Bahîra’nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve
Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler. Efendiler Efendisi
sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra’nın gözleri bütün dikkat ve
hayretleriyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareketini
dikkatli bakışlarla süzmekteydi.

Bahîra, aradığını bulmuştu. Maksadına erişmişti. Zira, bütün dikkatiyle
süzmekte olduğu Nur Çocuğun her hali ve her hareketi yanındaki kitapta
yazılı sıfatlara tıpa tıp uyuyordu.

Yemek yendi ve sofradakiler dağılırken Bahîra, Kâinatın Efendisi
Peygamberimizin kulağına eğildi ve “Bak delikanlı, Lât ve Uzza hakkı
için sana soracağım şeylere cevap ver.”

Nur gözlerde bir rahatsızlık, bir nefret belirtisi. “Lât ve Uzza adına
benden bir şey isteme. Vallahi onlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir
şeyden nefret etmem.”

Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti. “O halde Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver.”

Peygamber Efendimiz, “İstediğini sor” buyurdu.

Sorduğu her soruya aldığı cevap Bahîra’yı hayretler içinde bırakıyordu.
Çünkü onun son peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu. Son
olarak Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü.

Artık Bahîra’da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamberdi.

Rahib Bahîra ile Ebû Tâlip başbaşa

Rahib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:

“Bu çocuk senin neyin olur?”

“Oğlumdur.”

“Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım.”

“Evet, doğru söyledin, o benim öz oğlum değil, yeğenimdir.”

“Peki, babasına ne oldu?”

“Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti.”

“Evet, doğru konuştun.”

Artık her şey ap açık ve kesindi.

Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:

“Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru.
Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da
fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin
ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür.”1

Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlip, mallarını orada satarak aziz yeğeni ile Mekke’ye geri döndü.2

Rahib Bahîra gibi, bir çok Hıristiyan ve Yahudî âlimi, Resûl-i Ekrem
Efendimizin sıfatlarını kitaplarında görmüşler ve “Evet, kitaplarımızda
Muhammed-i Arabî’nin (a.s.m.) sıfatları yazılıdır” diyerek, doğru bir
itirafta bulunmuşlardır. Bu itirafa rağmen, yine de birçoğu İslâmın
şerefiyle şereflenmekten mahrum kalmışlardır.

Bu eşsiz bahtiyarlığa erenler arasında ise şunları sayabiliriz:
Abdullah bin Selâm, Vehb bin Münebbih, Ebû Yâsir, Şamûl, Esid ve
Sa’lebe bin Sâye, İbni Bünyamin, Muhayrık, Kâbü’l-Ahbâr, Dağatır, İbni
Nafûr ve Carûd.3

Kur’an-ı Kerim, ehl-i kitabın bu hakperest âlimlerinden şu âyetiyle bahseder:

“Îmân edenlere düşmanlıkta insanların en şiddetlisi olarak sen, elbette
Yahudîleri ve Allah’a ortak koşanları bulacaksın. Îmân edenlere
muhabbette en yakın kimseler olarak da, elbette ‘Biz Hıristiyanlarız’
diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde ilim sahibi keşişler ve
kendilerini ibadete vermiş râhipler vardır; onlar büyüklük de
taslamazlar.

“Peygambere indirileni dinledikleri zaman, âşina oldukları
hakikatlerden duygulanarak gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.
Onlar, ‘Ey Rabbimiz, îmân ettik’ derler. Sen de bizi, hakka şâhitlik
eden mü’minlerle beraber yaz’ derler.”1

* * *


Peygamberimizin Cahiliye Devri Kötülüklerinden Uzak Kalışı

Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamber
Efendimizin (a.s.m.) âdeta ayrılmaz bir parçası haline gelmişti.
Kendisinde gittikçe kuvvet peyda eden kanaat şuydu: “Bu yeğenim ilerde
büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır.”

Bu sebeple Peygamberimiz üzerinde himâyesini son derece dikkatli ve
şuurlu bir şekilde sürdürüyor, âdeta bir dediğini iki etmiyordu. Artık
Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalb
ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler sûretini de fevkalâde güzel
şekillendirmişti.

Uzuna yakın orta boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alınlı,
kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik
değildi. Göz bebekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah
kirpikleri, bakışlarına ap ayrı bir tatlılık verirdi.

Kader-i İlâhi, onu ezelden insanlığın Peygamberi olarak takdir ve tâyin
etmişti. Bu sebeple o, âlemlerin Rabbi’nin terbiyesi altında hayat
seyrine devam ediyordu. Bunun içindir ki, bütün Arabistan’la birlikte
Mekke’de de hüküm süren fısk, fücûr, sefâlet ve dalâletten, kötülük ve
ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında
görülmezdi.

Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette
bulunmadı. Kureyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir
gününde Buvâne adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada
bulunurlar, yanında traş olurlar, kurban keserek büyük merasim
tertiplerlerdi.

Yine böyle bir merasim için bütün Kureyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlip de
onlar gibi âile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi.
Ancak o buna yanaşmadı ve mâzur görülmesini istedi. Efendimizin bu
davranışını Ebû Tâlip ve halaları taaccüple karşıladılar. Hatta kızar
gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları halde
Resul-i Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine,
“İlâhlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir
felâkete uğrayacağından korkuyoruz” dediler.

Bunu demekle de yetinmediler, üzerine öylesine vardılar ki, Sevgili
Peygamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sadece
amcası Ebû Tâlip ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini
takibe razı oldu. Fakat, putun yanına varır varmaz, nur yüzlü
Efendimizin bir ara ortadan kaybolduğunu fark ettiler. Bir müddet sonra
yanlarına gelince onu müthiş bir hal içinde gördüler. Benzi sararmıştı
ve her halinden korktuğu belli oluyordu.

Amcası ve halaları, “Ne oldu sana?” diye sordular.

Sevgili Efendimiz şu cevabı verdi:

“Bana bir fenalık gelmesinden korktum.”

“Allah sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?” dediler.

Bu sefer Peygamberimiz şunları anlattı:

“Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar
giyinmiş biri orada peydâ oldu. Bana, ‘Ya Muhammed! Geri çekil, sakın o
puta el sürme!’ diye haykırdı.”1

Bu vakâdan sonra Resulüllah Efendimiz herhangi bir sebep ve sâikle
putların yanına uğramadı ve onların bu bayram ve merasimlerine hiç bir
zaman katılmadı.

Evet, peygamberlik vazifesiyle memur edilir edilmez, eline Tevhid
bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve
gençliğinde de Tevhid inancının zıddı olan şirkten ve putperestlikten
uzak, ter temiz bir hayata sahip bulunacaktır.

Cenâb-ı Hak, sevgili Resulünü henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir
şeyle alakâlı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten
koruyor ve onu hususî bir murakabe altında terbiye ediyordu. Resul-i
Kibriyâ Efendimiz de, “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş,
edeblendirmiş”1 sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.

İnsaflı müsteşrikler de her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir.
Sir W. Miur Muhammed’in Hayatı isimli eserinde şu itirafta bulunmaktan
kendini alamaz: “Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta
üzerinde ittifak eder. O da onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir.”

* * *

Dördüncü Ficar Muharebesi ve Efemdimiz

Peygamber Efendimiz, yirmi yaşında iken Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.1

İslâmdan evvel, Cahiliye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı
çarpışma ve şiddet olaylarının, kan davalarının ve her türlü hırsızlık
ve yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyordu. Kalbleri şefkat ve
merhametten mahrum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan
birbirini kırıp geçmekten başka zaten ne beklenebilirdi?

Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce ayları öteden beri Araplarca
mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi,
her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı.
Bunun için de “haram aylar” adıyla anılıyorlardı.

İşte Ficar Muharebeleri, bu aylardan birinde vuku bulduğu ve iki taraf
arasında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâp edildiği, kan döküldüğü
için bu ismi almıştı.2

Araplar arasında Ficar Muharebeleri dört kere meydana gelmişti. Birinci
Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi henüz on yaşlarında
bulunuyordu.3

Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında basit ve
ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti. Birinci Ficar
Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukaz Panayırında uzanmış olarak,
“Arab’ın en şereflisi benim” sözü üzerine Havazin Kabilesinden birinin
bunu kendisine hakaret kabul edip kılıcını çekerek, övünen adamın
ayağını yaralaması sebebiyle Kinane ve Havazinler arasında vuku
bulmuştu.

İkincisi, yine Ukaz Panayırında bir kadına sataşmak yüzünden Kureyş ile Havazin kabileleri arasında patlak vermişti.

Üçüncüsü, Kinâneoğulları Kabilesinden bir adamın, Âmiroğulları
Kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatması sebebiyle
Kinâne ve Havazin kabileleri arasında meydana gelmişti.

Peygamberimizin yirmi yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Ficar
Muharebesi ise, Kureyş ile Kinâneoğulları ile Kays-ı Aylan kabileleri
arasında Kinâneli Barraz bin Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan
(Havazin) Kabilesinden Urve namındaki adamı öldürmesi neticesi
çıkmıştı.1

Kureyşliler, Kinâneoğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla
bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı. Ukaz Panayırında yapılan
Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû Tâlip, haram ayda olduğu ve çok zulüm
işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak Kureyş
Kabilesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirâk etmek
mecburiyetinde kaldı.

Muharebe sırasında, Ebû Tâlib’in aziz yeğeni Efendimizi bir iki defa
yanına alarak götürdüğü rivâyet edilmiştir. Ancak o, sadece atılan
düşman oklarını toplayıp, amcasına vermekle yetinmiştir.2

Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraflar, nihâyet
birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi
tarafın ölüsü fazla ise, diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek,
böylece de harp son bulmuş olacaktı.

Sayım neticesinde Kays-ı Aylanların ölüleri yirmi kadar fazla çıktı.
Kinâneoğulları ve Kureyşliler tarafından bu yirmi kişinin diyeti
ödenerek, Fil Tarihinden yirmi yıl sonra vuku bulan bu kanlı çarpışma
da böylece nihâyet buldu.1

* * *



devami asagida....
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Geri: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:40 am

Peygamber Efendimiz yirmi yaşına basmıştı. Son Ficar Harbinde çok kimse
hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla Arap kabileleri
arasındaki düşmanlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler
yüzünden büyük hâdiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler
birbirine saldırabilir duruma gelinmişti.

Mekke’de dışardan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye
bir şey kalmamıştı. İsteyen istediği yabancının malını alıyor,
karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme
maruz kalıyor ve bunlara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı. Bu
vahşet saçan manzaraya bir çare bulunması gerekiyordu. İnsanlık
haysiyetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat, ne
yapılabilirdi?

Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ıztırap duyanların,
cemiyetin emniyet ve asayişini düşünüp duranların halletmek istedikleri
meselelerdi bunlar.



Zebidlinin gasb edilen malı

Bardağı taşıran son damla, Yemen’in Zebid Kabilesinden birinin bir deve
yükü malının şehrin ileri gelenlerinden Âs bin Vâil tarafından
gasbedilmesi hâdisesi oldu. Zebidlinin yardım istemek maksadıyla
çaldığı her kapı, yüzüne kapatılıyordu. Sonunda Ebû Kubeys Dağına
çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle bildirmeyi
denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı.1

Bu dâvet, cemiyetin perişan halini düşünen kafaları uyandırdı. Derhal
bir araya toplanarak bu yolsuzluklara, bu gayr-ı meşrû davranışlara
çare aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke’nin hatırı
sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs,
Peygamberimizin amcası Zübeyr oldu.1

Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymoğullarının ileri
gelenlerinden birçoğunun iştirâkı ile, Mekke’nin zengin, itibarlı ve en
yaşlısı sayılan Abdullah bin Cud’a’nın evinde toplanıldı ve
“Hilfu’l-Füdul” cemiyeti kuruldu. Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan
sonra şu maddeleri karar altına aldılar:

1. Mekke’de,—ister yerlisinden, ister dışından olsun—zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.

2. Bundan böyle Mekke’de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsâmaha ve fırsat tanınmayacaktır.

3. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla beraber hareket edilecektir.2

Cemiyet üyeleri, bu âhidleri üzerinde sebât edeceklerine dâir de şöylece yeminde bulundular:

“Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve
Sebir Dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe’de istilâm ibadeti
[Kâbe’nin tavafı sırasında Hacerü’l-Esved’e el sürülmesi ve izdiham
dolayısıyla bizzat el sürülemiyorsa uzaktan selamlama işaretinin
yapılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz.”3

Kurulan bu cemiyete “Hilfu’l-Füdul” adı verildi. Sebebi şöyle izah
ediliyor. “Hilf” yemin, “füdul” ise fazıllar demek. Mekke’de
bulundukları bir sırada Cürhümî Kabilesinden Fazl isminde iki kişi ile,
Katûrâ Kabilesinden Fudayl adında biri şehirde zulme ve tecavüze meydan
vermemek hususunda yeminde bulunmuşlardı. Kureyş ileri gelenleri de
bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından,
“Fazıllar Hâdisesi”ni hatırlama babında bu cemiyete “Hilfu’l-Fudul”
denildi.1

Cemiyetin yaptığı ilk iş, Yemenli Zebîdî’nin ticaret maksadıyla
getirdiği malın As bin Vâil’den geri alınması oldu. Sevgili
Peygamberimiz de, henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen,
yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve
zulme karşı birleşmede, re’yini müsbet olarak izhar etmiştir. Bu,
Efendimizin genç yaşından beri olgun düşüncelere sahip olduğunun, zulme
karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi
arasında büyük bir itibara lâyık görüldüğünün ifadesidir.

Şefkat ve merhamet timsali zât, elbette peygamberlikle
vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hususta
gösterilen gayretlere yardımcı olacaktır. Çünkü o, güzel ahlâkı
tamamlamak maksadıyla gönderilmişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan
her gayrete kendisi de katılacaktı.

Nitekim, kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten sonra da,
mezkûr cemiyete katılmış olmaktan duyduğu memnuniyeti şu ifâdelerle
beyân buyuracaktır:

“Abdullah bin Cud’â’nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum.
Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir.
Ben ona İslâmiyet devrinde bile çağrılsam icâbet ederim.”2

* * *

Mekke halkının meşguliyetlerinin başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlip
de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak, kıtlık kuraklık yıllarının
başgöstermesi, kabile savaşlarının birbirini takip etmesi ve âile
efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek mâlî
kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden Efendimizi de yanına alarak yaptığı
Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret kervanlarına katılma
imkânını elde edemedi. Mekke’nin içinde bazı işler yapmakla geçinip
gidiyordu.

Mekke’de Peygamber Efendimizin akrabalarından zengin bir dul kadın
vardı: Hatice bint-i Hüveylid. O da servetiyle ticaret kervanlarına
ortak oluyordu.

Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Kureyş yine
Şâm’a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu
kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde
olduğu gibi, bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam
adamlar arıyordu.

Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Talip bunu duydu. Himâyesinde
bulunan yeğeni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yanına çağırarak kendisine
açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:

“Ey kardeşim oğlu! Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli
kıtlık ve kuraklık elimizi, avucumuzu kuruttu. Bizde ne ticaret
bıraktı, ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman. Bak, kavminin
ticaret kervanı Şam’a gitmeye hazırlanıyor. Hüveylid’in kızı Hatice de
bu kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte
kavminden bazı kimseler gönderecektir. Hatice, ticaretle uğraşan,
serveti bol ve başkasının da bu servetten istifâde etmesini isteyen bir
kadındır. Senin gibi emniyet edilen, temiz, vefalı bir insana onun bu
konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde
dürüstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkalarına tercih
edecektir.”

Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde şöyle belirtti:

“Gerçi, seni Şâm’a göndermekten çekiniyorum. Yahudilerin sana bir zarar
vermesinden de korkuyorum. Ama ne yapayım ki, geçimimizi temin
konusunda bundan başka hatırıma gelen bir fikir de yok.”1

Peygamberimiz, “Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap” buyurarak amcasını rahatlattı.

Ebû Talib’le Resul-i Ekrem Efendimiz arasında geçen konuşma, Hz.
Hatice’ye ulaştı. Nebiyy-i Mükerremin doğru sözlü, güvenilir,
emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber
göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:

“Sizi Şam’a gidecek ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum.
Sizin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunuzu
biliyorum. Size kavminizden hiç kimseye vermediğim yüksek bir ücret
vereceğim.”

Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib’e haber verdi. Buna son
derece sevinen amcası, “Bu Allah’ın sana ihsan ettiği bir rızıktır”
dedi.

Ebû Tâlip, ücreti tayin etmeden yola çıkmasını münasip görmediğinden,
Efendimize gidip bizzat Hz. Hatice ile bu hususu konuşmasını söyledi.
Ancak Peygamber Efendimiz bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine
Ebû Tâlip kendisi giderek “Ey Hatice,” dedi. “Biz işittik ki, sen
falanı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun? Biz, Muhammed için dört
erkek deveden aşağısına razı olmayız.”

Efendimiz gibi son derece itimad edilir birini bulan Hz. Hatice sevinçliydi.

“Ey Ebû Tâlib,” dedi. “Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş
bulunuyorsun. Bundan daha fazlasını isteseydin ben yine kabul ederdim.”1

Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.

Hz. Hatice, kölesi Meysere’yi de Resulullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:

“Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin. Hiçbir fikrine aykırı iş
görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin ve her halini bana
bildireceksin.”

Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tamamlandı. Ebû Tâlib ile
Efendimizin halaları da onu uğurlamaya geldiler, kervanda bulunanlara
onunla ilgilenmelerini rica ettiler. Ve kervan yola çıktı.

Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına
vardı. Kervana iştirak edenlerin herbiri Busra Panayırının münasip
yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki
manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.



Rahip Nastura ve Efendimiz

Efendimizin daha önceki Şam seyahatı sırasında manastırda bulunan Rahib
Bahîra ölmüş, yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı. Efendimizin,
zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden
Râhibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere’yi yanına
çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğu sordu.

Meysere, “O Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır” dedi.

Nastura bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Meysere’yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı:

“O ağacın altına şimdiye kadar peygamberden başka kimse inmemiştir.”1

Daha sonra Meysere’ye şu suâli yöneltti:

“Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?”

Meysere’den “Evet” cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi:

“O, peygamberdir. Hem de peygamberlerin sonuncusudur.2

Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbalin Peygamberinin
hizmetinde bulunma saadet ve sevinci vücudunun bütün zerrelerine bir
anda yayıldı. Rahibin söyledikleri de hafızasına iyice nakşolmuştu.

Satışlar tamamlanmış, alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki,
Peygamberimiz herkesten ziyâde kârlı bir ticaret yapmış.3 Bu sefer
Meysere’nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.

Kervan, Busra’dan ayrılarak Mekke’ye doğru yola çıktı.



Melekler gölge ediyor

Kervan sıcak kumlar üzerinde Mekke’ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş,
ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat o da ne? Meysere gözlerine
inanamıyordu. Acaba yanlış mı görüyordu? Ama hayır, tamamıyla gerçekti.
İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında
Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik yapıyordu.4

Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hale gelmişti.
Güneşin sıcaklığı, bu garip hâdisenin mûnis sıcaklığı yanında artık ona
pek tesir etmiyordu. Ne var ki, Nur Muhammed’e (a.s.m.) bu olup
bitenleri ve duyduklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü
bulamıyordu. Hayretini, heyecanını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor,
dışa aksetmemesi için var gücünü sarf ediyordu.

Artık kervan, Mekke’den görülmeye başlanmıştı. Hz. Hatice, evinin
damında Kureyş kadınlarıyla birlikte gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes
gibi o da hayret içindeydi. Gelen Muhammed ve Meysere’ydi. Ya,
Muhammed’in (a.s.m.) başı üzerinde gelenler ne? Yine iki melek Kâinatın
Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice heyecan içinde yanındaki
kadınlara da bu garipliği gösteriyordu:1

“Bakın, bakın, Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor.”

Kervan Mekke’ye ulaştı. Peygamberimiz, malları Hz. Hatice’ye teslim etti. Hatice de getirilen malları yüksek bir kârla sattı.2



Meysere müşahedelerini anlatıyor

Meysere bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti.

Her şeyden önce temizliğe son derece riâyet ediyordu, ahlâkı
mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimi ve ciddî idi.
Ticaretteki dürüstlüğüne diyecek yoktu. Bütün bunları, Rahib
Nastura’nın söylediklerini ve yolda gördüğü garipliği, Meysere bir bir
Hatice’ye anlattı.

Hz. Hatice Meysere’den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü vakit geçirmeden gidip amcasıoğlu Varaka bin Nevfel’e anlattı.

Varaka bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar değildi. Kendi
halinde yaşlı ve aklı başında bir insandı. Hatice’den duydukları
karşısında o da hayretini gizleyemeyerek şöyle dedi:

“Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz Muhammed, bu ümmetin
peygamberidir. Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını
biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır.1

Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice’nin gönlü sevinçle doldu.

* * *
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Geri: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:40 am

Peygamberimizin Hz. Hatice ile Evlenmesi

Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret
mallarının başında Şam’a göndermesi ise, onu daha da yakından
tanımasına vesile olmuştu. Dul olan Hz. Hatice, o sırada Kureyş
kadınları arasında asâlet, şeref ve zenginlik bakımından üstün mevkie
sahip bulunuyordu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak, pek az kadına nasip olacak
bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.

O âna kadar kabilesinden bir çok kimse evlenmek için kapısını çalmış
ise de, o bunların hiçbirini kabul etmemişti.1 Âdeta evlenmeyi
düşünmüyor gibiydi. Ne var ki, kader şimdi karşısına bam başka bir
şahsiyet çıkarmıştı. Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki
sevgi sîmâsında tebessüme dönüşmüş, zihnindeki derin düşünce dışarıya
ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan.

Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta
evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla
daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti. İlahî kader, bu iki
insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti.


Hz. Hatice’den gelen teklif

Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice’den geldi. İffeti ve namusunu
koruması sebebiyle Cahiliye Devrinde bile ter temiz kadın mânâsına
gelen “tâhire” lâkabıyla anılan Hz. Hatice’den.

Teklifi getiren Hz. Hatice’nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz arasında şu konuşma geçti:

“Ey Muhammed, seni evlenmekten alıkoyan şey nedir?”

“Elimde evlenecek kadar param yok.”

“Eğer bu temîn edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe dâvet edilsen icâbet eder misin?”

“Kimdir bu?”

“Hüveylid’in kızı Hatice.”

“Ama, bu nasıl olabilir?”

“Orasını ben bilirim.”

“O halde, ben de kabul ediyorum.”1

Nefise, sevinç içinde Kâinatın Efendisi ile konuştuklarını gelip Hz.
Hatice’ye iletti. Hz. Hatice’nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki
tebessümlerden okunuyordu. Nefise’yle birlikte sevinç ve
memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimize şu haberi gönderdi:

“Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun,2 kavmim içinde şerefli,
güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle
evlenmeyi arzu ediyorum.”3

Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirdi. Ebû Tâlib
teklifi tahkik etti. Hz. Hatice’nin böyle bir evliliği istediğini
bizzat kendisinden öğrendi.



Düğün merasimi

Düğün merasiminin tarihi bizzat Hz. Hatice tarafından tesbit edildi.
Merasim de onun evinde yapılacaktı. Tesbit edilen tarihte Peygamberimiz
amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile
birlikte Hz. Hatice’nin evine geldi. Güzel bir düğün merasimi için
gereken her şey bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar
kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.

Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra iki taraf büyüklerinin
konuşmasına geldi. Hz. Hatice’nin babası Ficar Harbinde ölmüştü. Bu
sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr bin Esed katılmıştı.

Geleneğe göre ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:

“Allah’a hamdolsun ki bizi, İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in
sulbünden, Maad’ın madeninden, Mudar’ın aslından yarattı. Bundan sonra
asıl maksada gelir ve derim ki: Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah
ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş’ten hiçbir genç
tartılamaz, ölçülemez. Şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların
hepsinden üstün gelir. Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki?
Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey. Allah’a
yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da
yükselecektir. Şimdi o, sizden kızınız Hatice’yi istemekte, mehir
olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir.”

Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de Hz. Hatice’nin amcasıoğlu Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da şöyle konuştu:

“Allah’a hamdolsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından
daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve
şereflenmek istiyoruz.

“Ey Kureyş topluluğu! Şâhid olunuz ki, ben Huveylid’in kızı Hatice’yi
şu kadar mehirle Muhammed bin Abdullah’ın oğluyla evlendirdim.”

Varaka bin Nevfel, konuşmasını bitirdikten sonra Ebû Tâlip, Hz.
Hatice’nin amcası Amr bin Esed’in de muvafakatını istedi. Amr da ayağa
kalkarak, “Ey Kureyş topluluğu, şahid olunuz ki, ben de Muhammed bin
Abdullah’a Hüveylid’in kızı Hatice’yi nikâhladım” dedi.

Böylece Kâinatın Serveri Efendimizle Kureyş kadınlarının nesep, şeref
ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hüveylid’in kızı Hz. Hatice-i
Kübrâ nikâhlanmış oldular. O sırada Resul-i Ekrem Efendimiz 25, Hz.
Hatice ise 40 yaşlarında bulunuyorlardı. Evlilikleri Milâdi tarihle 595
yılına rastlıyordu. Yâni, Efendimizin nübüvvetinden 15 yıl önce.

Bundan sonra Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz,
muhtereme hanımını alarak Ebû Tâlib’in evine geldi. Burada iki deve
kestirerek halka ziyâfet verdi. Ebû Tâlip de, bu mes’ud hâdisenin
hatırı için develer kestirdi ve halka yemekler yedirdi. Sonra da
Peygamber Efendimizle (a.s.m.) ailesini evine davet etti. Onları
karşılamaya çıktığında sevinç gözyaşları arasında, “Hamdolsun Allah’a
ki, bizden bütün üzüntüleri yok etti” diyor, Allah’a hamdediyordu.

Efendimizle ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice,
Ebû Tâlib’in evinde ancak bir kaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz.
Hatice’nin evine döndüler. Artık mes’ud hayatlarını burada
geçireceklerdi.

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, kendisine “Hatice-i Kübrâ” dediği bu
tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe bir başka kadınla evlenmedi.1 Her
türlü teselliyi ve en parlak saâdeti bu huzurlu evde buldu.

Peygamber Efendimize, babasından miras olarak pek bir şey kalmamıştı.
Uzun zamandır himâyesinde bulunduğu Ebû Tâlip ise fakr u zaruret
içindeydi. Bu bakımdan, Hz. Hatice ile evleninceye kadar binbir
meşakkat ve zahmet içinde hayat sürmüştü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Geri: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:41 am

Hz. Hatice ile evlendikten sonra, onun servetini ticarette kullandı ve
bir derece genişliğe kavuştu. Fakat hanımı bol servet sahibi iken o,
yine israfa, gösteriş ve lükse kaçmadı. Daha önceki mütevazi ve sade
hayatına yakın bir yaşayışı devam ettirdi. Üstelik dünya malına da
kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ruhunu bam başka ulvi ve kudsî
duygular kuşatmıştı. Dünya ve içindekilerin muhabbeti o ulvî duyguları
söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olamıyordu.

Daha sonra Hz. Hatice-i Kübrâ’dan, Resul-i Ekrem Efendimizin, sırasıyla
Kasım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Abdullah (Tayyib-Tahir)
adında altı çocuğu oldu.1

Bu mes’ud âile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice en ulvî
duygularla kaynaşmışlardı. Âile yuvasında hâkim olan karşılıklı
emniyet, samimi hürmet ve muhabbetti. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi
kocasından on beş yaş büyük olmasına rağmen, yüce şahsiyetinden dolayı
kendilerine karşı son derece nazik, duygulu ve itinalı davranıyordu.
Peygamber Efendimizin şerefli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı.
Öyle ki, vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden
atmadı, gönlünün en mûtenâ köşesinde ebedî beraberliğe kadar sakladı.

Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice’nin keremkârlığını,
hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman yâd
ederdi. Bu yâd ediş, Hz. Âişe Validemize, “Hatice-i Kübrâ’dan başka,
Nebiyy-i Ekremin zevcelerinden hiçbirini kıskanmadım”2 dedirtecek ve
onun kıskançlık damarını tahrik edecek kadar fazla idi. Nasıl yâd
etmezdi ki? Çocuklarından biri hariç diğerlerinin annesi o idi. Herkes
ona düşman iken, ona dost elini uzatan o idi. Her türlü ıztırap ve
sıkıntı karşısında kendisini teselli eden o idi. Herkesin ona arka
çevirdiği bir zamanda yanıbaşından ayrılmayan o idi.

Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini,
Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla
yâd edecekti.

* * *



Peygamber Efendimizin Zeyd bin Harise’yi Azad Etmesi

Zeyd bin Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında bir
küçük çoban iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir
başka kabilenin baskını sırasında esir alınmıştı. Esirler pazarından da
Hz. Hatice’nin yeğeni Hâkim bin Hizân tarafından 400 dirheme satın
alınıp Mekke’ye getirilmişti.1 Hz. Hatice, Zeyd’i yeğeninden almış ve
evinde barındırıyordu.

Bu sırada, Efendimiz, Hz. Hatice ile evli bulunuyordu. Resûl-i Ekrem,
bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple Hz. Hatice’den onu kendisine
bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu
yerine getirdi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz de onu alır almaz, azâd etti.2

Zeyd, belirttiğimiz gibi, henüz küçük bir çocuktu. Ebeveyni, onun
nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bilmiyordu. Hârise âilesi,
çocukları için her gün gözyaşı döküyordu. Babası Hârise, evde duramaz
olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık kabile ve uğramadık yurt
bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söylene geziyordu.

Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mes’ud âilenin
saâdeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve âdetâ onun
ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın
Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mes’uddu,
sevinçli ve huzurluydu.



Zeyd’in yeri tesbit edildi

Günün birinde Kelb kabilesinden birkaç kişi Kâbe’yi ziyarete geldi. Bu
arada Zeyd’i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tanıdılar.
Babasının, annesinin durmadan kendisi için gözyaşı döktüklerini,
hasretiyle yanıp tutuştuklarını Zeyd’e anlattılar. Fakat Zeyd, gayet
sakin ve rahattı. Anne şefkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kudsî
şeylere mazhar olmanın gönül rahatlığı içinde, onlara cevabı şu oldu:

“Annemin babamın, benim için gözyaşı döktüklerini biliyorum. Sadece
sizden şu söyleyeceklerimin onlara ulaştırılmasını istiyorum: ‘Ben, her
ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönderdim ki, hac
merâsimi yapılan belli yerler yanındaki Beytullah’da oturuyor, hizmet
ediyorum. Artık, aradığınızı elde etmek için son gücünüzü harcamaktan,
uzun uzun yollar kat’ etmekten, develeri yeryüzünde koşturup durmaktan
vazgeçin. Allah’a hamd ederim ki, ben şimdi, öyle hayırlı, öyle şerefli
bir âile içinde bulunuyorum ki, Maâdd’ın sulbünden—Uludan uluya geçerek
gelmiş olan—en şerefliler bu âiledendir.’”1

Bu haberi alan Hârise, kardeşi Kâb’la birlikte yanına fazla miktarda
akçe de alarak Zeyd’i kurtarmak için derhal Mekke’ye geldi. Sorup
soruşturup, Resûl-i Ekrem Efendimizi buldu ve “Ey Kureyş Kavminin
Efendisi, efendisinin oğlu! Siz, Harem halkı ve Harem-i Şerifin
komşususunuz. Beytullah’ın yanında esirlerin esâret bağlarını çözer ve
karınlarını duyurursunuz,” diye konuştuktan sonra, asıl maksadını şöyle
arzetti:

“Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve razı
edecek bir fidye-i necât (kurtuluş akçesi) iste; biz sana onu verelim,
oğlumuzu serbest bırak.”

Nebiyy-i Ekrem, “Oğlunuz kimdir?” diye sordu.

“Zeyd bin Hârise” dediler.

Peygamberimiz, “Bundan başka bir istediğiniz var mı?” dedi.

Onlar, “Hayır, başka isteğimiz yok” cevabını verdiler.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Eğer sizi tercih ederse,
fidye-i necât almaksızın o sizindir, alın götürün. Yok, eğer beni
tercih ederse, vallahi, ben, beni tercih edene, kimseyi tercih etmem.”1
diye konuştu.

Hârise ve kardeşi, Efendimizin bu konuşmasından memnun oldular ve “Sen,” dediler, “bize karşı çok insaflı davrandın.”

Huzura gelen Zeyd’e, Efendimiz, “Şunları tanıyor musun?” diye sordu.

Zeyd, “Evet, tanıyorum” dedi.

Peygamberimiz tekrar, “Kimdir onlar?” dedi.

Zeyd, “Bu babamdır, şu da amcamdır” cevabını verdi.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd’e, “Sen benim kim olduğumu
öğrendin. Sana olan şefkat ve sevgimi de gördün. O halde ya beni tercih
et, yanımda kal; ya onları tercih et, git” diyerek onu tercihinde
serbest bıraktı.

Zeyd’in cevabı şu oldu:

“Ben hiçbir kimseyi sana tercih etmem. Sen, benim için anne ve baba makamındasın.”

Oğlunun bu cevabı karşısında şaşıran ve sarsılan baba Hârise, hiddetle,
“Yazıklar olsun sana,” dedi. “Demek ki, sen köleliği hürriyete, anne,
babana, amcana ve ev halkına tercih ediyorsun.”

Fakat Zeyd, babasıyla aynı kanaatte değildi.

“Babacığım,” dedi, “ben, bu zâttan öyle şeyler gördüm ki, kendisine hiçbir zaman başka bir kimseyi tercih edemem.”1

Küçük Zeyd, böylece Resûl-i Ekrem Efendimize olan sadakat ve
bağlılığını ispatlamıştı. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbal
hazırlıyordu. Bu hali, onun ilk müjdesiydi.

Efendimizin Zeyd’i evlâd edinmesi

Peygamber Efendimiz Zeyd’e, bu eşsiz bağlılığının mükâfatını vermede
gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kureyş’in oturduğu Hıcır
mahalline götürdü ve halka şöyle hitap etti:

“Ey hazır bulunanlar!

“Şâhid olunuz ki, bundan böyle Zeyd benim oğlumdur. Ben, ona vârisim, o da bana vâristir.”

Mekkeliler birini evlâd edinmek istedikleri zaman böyle yaparlardı.
Efendimiz de, onların bu âdetlerine uyarak Zeyd’i böylece kendisine
evlâd edinmiş oldu.

Peygamber Efendimizin bu güzel davranışı, şaşkın ve dalgın duran
Hârise’nin mahzun gönlünde sevinç rüzgârı estirdi. Demek ki, oğlu emîn
bir elde bulunuyordu. Gönül huzuru içinde, oğlunu Kâinatın Efendisinin
yanında bırakarak yurduna döndü.2

Bundan sonra, Mekke’de, herkes Zeyd’i “Muhammed’in oğlu Zeyd” diye
çağırmaya başladı. Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip,
vahiy gelmeye başlayınca, evlâdlıkların kendi öz babalarının adlarıyla
çağrılmaları emredildi.3 Bunun üzerine, Hz. Zeyd, babasının ismiyle,
Hârise oğlu Zeyd diye çağrıldı.

Bu konudaki âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:

“Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru olan budur.
Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din
kardeşleriniz ve dostlarınızdır…”1

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.), bu hususu şöyle ifade etmiştir:

“Biz, ‘Evlâtlıkları babalarının adı ile çağırın’ âyeti ininceye kadar,
Zeyd’i Hârise oğlu Zeyd diye değil, Muhammed oğlu Zeyd diye
çağırırdık.”2

Ayrıca, bu âyetle evlâtlıkların evlâd edinen kimseye vâris olması hükmü
de ortadan kaldırıldı. Hazret-i Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi
verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi müteâkip derhal İslâmın
sinesine koşacak ve üçüncü Müslüman olma şerefine erecektir.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hazret-i Zeyd’i fazlasıyla severdi. Zaman
zaman kendisine, “Ey Zeyd, sen kardeşimiz ve azadlımızsın”3 diyerek
iltifatta bulunurdu.

Resûl-i Ekrem, daha sonra da çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü
Eymen’le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu
zaman terkisinde taşıdığı Üsâme hazretleri dünyaya gelecektir.

* * *



Kâbe'nin Yeniden İmarı ve Peygamberimizin Hakemliği

Kâinatın Efendisi otuz beş yaşında idi. Bu sırada Kureyş kabilesi, Kâbe
duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri
yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek
sağlam olmayan bu ma’bedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bulunması
sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binâyı
âdetâ harab bir hale getirmişti. Son olarak gelen büyük bir sel,
Kâbe’yi bütün bütün sarsmış, duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum
Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.

Bu arada bir hâdise daha oldu. Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin
korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve
yanmasına sebep oldu.

Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin
çalınması eklenince, Mekkeliler, artık, verdikleri kararı bir an evvel
gerçekleştirme gayretine girdiler.1
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Geri: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimeCuma Mayıs 30, 2008 12:41 am

İnşaat malzemesi yüklü gemi

Kureyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp istişare
ediyorlardı. Bu sırada Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan yola çıkmış
bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu. Bunu haber
alan Kureyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü yumuşak
aktaş, tahta, direk ve demirdi. Bunlar Kureyş’in arayıp da
bulamadıkları şeylerdi.

Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun
yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallarını
gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Halbuki, daha evvel
Mekkeliler, şehirde ticâret eşyası satanlardan öşür alırlardı.

Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mîmar da bulunuyordu. Kâbe
yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mîmarla da anlaştılar.

Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin
mîmarlığını Bizanslı Bûkûm, marangozluğunu ise Mekke’de oturan Kıbtî
bir usta yapacaktı.1



Duvarların taksimi

Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur’a ile kabileler arasında
dörde taksim edildi. Buna göre, Abd-i Menaf ile Zühreoğullarına
Kâbe’nin cephe ve kapı tarafı; Abdüddar, Esed ve Adiyyoğullarına
Kâbe’nin Şam cephesi (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cümâh) ve
Amiroğulları payına Kâbe’nin Yemen köşesi ile Hacerü’l-Esved köşesi
arası, Mahzum ve Teymoğullarına ise, Safâ ve Ecyad’a bitişik olan Yemen
cephesi düştü.2



Mekke’nin sarsılması

Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hazret-i İbrâhim’in
attığı temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve
sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı. Niyetleri daha da
aşağı inmekti. Ne var ki, buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu
yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi
Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı.
Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla
iktifâ ettiler.3



Kabileler arasında anlaşmazlık çıkması

Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu.
Bina, Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak, bu
mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her
kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususa daha lâyık görüyordu.
Kabile taassubunun bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi
kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve
münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki, birbirleriyle vuruşacaklarına
dair yemin bile ettiler.1

Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu.
Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef
olabilirdi. Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu.

Dört beş gün Kâbe’nin duvarlarına tek taş koymadan, Kureyş kabileleri,
bekleyip durdular. Sonra tekrar Mescid-i Haram’da toplandılar.
Birbirleriyle konuştular, tartıştılar Bu arada, kabileleri uzlaşmaya
davet edenler de vardı.

Kanlı bir hâdisenin kopması her an beklenirken, Kureyş’in en
yaşlılarından Ebu Ümeyye diye bilinen Huzeyfe bin Muğire, ortaya atıldı
ve taraflara şu teklifi sundu:

“Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, ma’bedin kapısından (Benî
Şeybe kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem
yapın, o kimse bu işi bir neticeye bağlasın.”2

Ebû Ümeyye’nin bu beklenmedik teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gördü.



Muhammedü’l-Emîn geliyor!

Artık, bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı. Acaba kim çıkacaktı ve
kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çare ile son verecekti? Hiçbir
kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti? Merak dolu
bakışlar, Mescid’in mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.

Kapıdan bir zât belirdi. Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu,
posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve
sevinç içinde bağırdılar:

“El-Emîn, o! Muhammed, o! Onun aramızda vereceği hükme razıyız.”1

Evet, gelen Muhammedü’l-Emîndi (a.s.m.). Herkesin itimadını kazanmış
olan dürüst insandı. Bu sebeple merak dolu bakışlar, birden sevinç
bakışlarına döndü. Çünkü, âdil karar vereceğinden, hepsi, tereddütsüz
emîndi.

Elbette, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, tesadüfî
değildi. Vereceği hükümle, onlara, peygamberliğinden önce de isabetli
görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.

Kureyş, durumu kendilerine anlattı. Kalbi gibi, zihni de ter temizdi,
Efendimizin. İsâbetli kararı vermekte gecikmedi ve şu emri verdi:

“Hemen bana bir örtü getiriniz!”

Ânında getirdiler. Bir rivâyete göre, bu Velid bin Muğire’nin elbisesi
idi. Diğer bir rivâyete göre ise, Peygamber Efendimiz bizzat kendi
ridâsını bu işte kullandı.2

Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi. Küçük büyük herkesin
dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O, örtü ile ne
yapacaktı?

Merakları fazla sürmedi. Sevgili Peygamberimiz, Hacerü’l-Esved’i bu
örtünün ortasına koydu. Sonra da, “Her kabileden bir kişi bunun birer
köşesinden tutsun!” diye emretti. Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esvedi
örtüyle konulacak yere kadar kaldırdılar. Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz,
Hacerü’l-Esved’i bizzat kendi elleriyle yerine koyarak, bu şerefe nâil
oldu.

Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.1

Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isâbetli
kararıyla, kabileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.
Bu kararıyla, Sevgili Peygamberimiz, kendisinden çok daha yaşlı ve
haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha
kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı
zamanda, İlâhî bir kuvvetle te’yid edildiğini ortaya koymuş oluyordu.

İbn-i Abbas Hazretlerinin bir rivâyetine göre, Efendimiz, Hacerü’l-Esved’i yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.2



Mübârek taş

Renginin siyah olması sebebiyle Hacerü’l-Esved (Siyah Taş) diye
adlandırılan bu mübârek taş, Kâbe’nin Şark köşesinde olup, yerden bir
buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiştir. Üç
büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir
halka ile çevrilidir. Bir başka ismi, Ruhu’l-Esved’dir.

Bu mübârek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim’e (a.s.) Hz. Cebrâil
tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû
Kubeys Dağında muhafaza edilmekteydi. Bir rivâyete göre, Kâinatın
Serveri, Peygamber Efendimizin, “Ben, peygamber gönderilmeden evvel,
Mekke’de bana selâm veren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum” ifadelerinin
işaret ettiği taş, bu Hacerü’l-Esved’dir.

Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:

“Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın.
Eğer Resûlullahın seni takbil ettiğini [öptüğünü] görmese idim, asla
seni takbil etmezdim.”



Peygamberimizin, Hz. Ali’yi yanına alması

Efendiler Efendisi otuz altı yaşında. Milâdî, 607 senesi.

Mekke’de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu âile,
geçim sıkıntısından perişan bir durumda idi. Geçim sıkıntısı içinde
bulunan âilelerden biri de, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Talib
âilesi idi.

Efendiler Efendisinin kalbi şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki. Zâtına
yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen
kadirşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu. Böylesi güzel
ve eşsiz bir mizâca sahip bulunuyordu. İşte, şimdi geçim sıkıntısı
çeken biri vardı—kendisine, elinden gelen yardımı esirgemeyen biri.
Çocukluğundan beri şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Talib.

Amcası geçim sıkıntısı içinde iken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl
yardımına koşmazdı? Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan
diğer amcası Hz. Abbas’a koştu, durumu kendisine arzetti. Sıkıntı
içinde kıvranan Ebû Talib’e yardım ellerini uzatmaları, yükünü bir
nebze olsun hafifletmeleri gerektiğini anlattı.

Hz. Abbas, Efendimizin bu dâvetini memnuniyetle karşıladı ve birlikte
Ebû Talib’e vardılar. Maksadları Ebû Talib’in evindeki kalabalığı biraz
azaltmak, hiç olmazsa birkaçının nafaka yükünü omuzundan kaldırmaktı.

Maksadlarını Ebû Talib’e açınça, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda
Efendimiz, ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i
himâyesine aldı.1

O sırada, Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu
yaşta,“Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,” buyuran Resûl-i
Kibriyânın himâyesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu
yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, dâvet edildiğinde
ise, derhal îmân edecektir. Bu îmânı sırasında 9-10 yaşlarında bulunan
Hz. Ali, aynı zamanda ilk Müslüman çocuk şerefini de kazanmış
olacaktır.2
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
Rest-007
Süper Moderatör
Süper Moderatör
Rest-007


Erkek
Zodyak : Yengeç
Mesaj Sayısı : 2112
Yaş : 48
Nereden : Bursa
İş : Teknisyen
Kayıt tarihi : 10/03/08
Rep Puanı : 1
Rep Puanı : 305

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Geri: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimeSalı Ocak 27, 2009 3:29 pm

paylaşımın için teşekkürler
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.forum.webyardim.org
Blackdream
Yönetici
Yönetici
Blackdream


Erkek
Zodyak : Akrep
Mesaj Sayısı : 56296
Yaş : 35
Nereden : Bursa
İş : Makine Teknikeri
Kayıt tarihi : 24/01/08
Rep Puanı : 28
Rep Puanı : 232054

Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Empty
MesajKonu: Geri: Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı   Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı Icon_minitimePerş. Ocak 29, 2009 5:49 pm

recalar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.xboxcafe.com.tr
 
Peygamber Efendimizin On İki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Peygamber Efendimizin

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
XBOXCAFE OYUNCU TOPLULUĞU PLATFORMU( www.xboxcafe.com.tr ) 2008 - 2022 :: www.webyardim.org Forumu :: WEBYARDİM FORUMU İCİN TİKLAYİN :: Dini Bölüm :: Hz. Muhammed s.a.v Efendimiz ve Diğer Peygamberler-
Buraya geçin: